BAŞİSKELE
DİNKHANE





Oramiral Salim Dervişoğlu Caddesi'nden Kartepe istikametine doğru her gidişimde, gözlerim hep o kırmızı tuğlalı, eski binaya takılırdı. İçimde bir heyecan…
Bir merak...
Sanki binanın taşlarına işlenmiş kadim bir hikâye, usulca kulağıma fısıldanıyordu.
Neydi bu harap olmuş binanın sessizce sakladığı sır?
Hangi hatıralar, hangi yaşamlar bu duvarlara sinmişti?
Sonunda, bu sessiz çağrıya daha fazla kayıtsız kalamadım.
Söz dinlercesine adımlarımı sıklaştırdım ve araştırmaya koyuldum.
Peki, ne öğrendim biliyor musunuz?
DİNKHANE

Meğer bu binanın kökleri, Sultan II. Mahmut devrine kadar uzanıyormuş!
Bu kırmızı tuğlalı yapı, bir dinkhaneymiş.
Peki, dinkhane nedir derseniz, size şöyle anlatayım:
Eskiden kumaşı daha dayanıklı hale getirme işlemine “dinkleme”, işlemin yapıldığı yere ise “dinkhane” denirdi.
Yünlü kumaş, dokunduktan sonra sıcak su ve sabunla dövülüp sıkılaştırılırdı.
Başlarda bu işlem son derece ilkel yöntemlerle yapılırdı; kumaş teknelere sürtülür, tokmaklarla dövülür, hatta ayakla çiğnenirdi.
Ancak zamanla teknoloji devreye girdi.
Su değirmenlerinden ilham alınarak tasarlanan çuha değirmenleri ya da “tokmaklı dink” sistemleri, bu zorlu işi kolaylaştırdı.

“OSMANLI KENDİ FESHİNİ YAPAMAZ MI?”
Şimdi biraz geriye, 1831 yılına gidelim...
Osmanlı tahtında, yenilikleriyle ünlü Sultan II. Mahmut oturuyor.
Tahtında geriye yaslanmış, biraz da keyifle etrafındakilere bakıyor.
Son zamanlarda fes modası almış başını gitmiş.
Ama padişah bir şeyden rahatsız:
“Yahu, fesler hep dışarıdan geliyor! Tunus’tan, Fransa’dan, Avusturya’dan… Osmanlı kendi fesini yapamaz mı?”
Saray erkânı, başlarını öne eğmiş, kimse “Haklısınız Sultanım!” demekten fazlasını söyleyememiş.
Sultan Mahmut, “Bu işi bize layıkıyla kim yapar? Tabii ki Altunizade İsmail Zühdi Paşa!” diye haykırmış.
Paşa hemen huzura çağrılmış.
Sultan buyurmuş:
“Bize bir fes fabrikası kuracaksın, ama öyle alelade değil. Hem ordunun hem halkın ihtiyacını karşılayacak kadar büyük olsun!”

HALİÇ KIYISINDA FESHANE KURULMUŞ
Bunun üzerine Altunizade, hemen işe koyulmuş.
Tunus’tan 23 mahir usta getirtmiş.
Bu da yetmemiş, Bursa’dan 15 becerikli kalfa toplamış.
İstanbul’da, Haliç kıyısında Feshane-i Amire adıyla büyük bir tesis kurulmuş.
Fes üretimi başlamış ama bir sorun varmış:
Renkler bir türlü tutmuyormuş.
Ustalar, feslerin renginin ithal olanlarla aynı olmadığından yakınıyor, “İstanbul’un suyu fes için uygun değil” diyorlarmış.
“İZMİT’İN SULARINA BAKIN O VAKİT”
Altunizade, ustaların bu serzenişini duyunca derhâl harekete geçmiş.
Birkaç adamını ustalarla birlikte görevlendirerek, “Eee, madem öyle, gidip İzmit’in sularına bakın o vakit!” demiş.
Ustalar dolaşmış, ölçmüş, biçmış ve sonunda Başiskele’deki Kirazdere’yi keşfetmiş.
“İşte bu!” demişler, “Tam da aradığımız su!”
Vakit kaybetmeden derenin üzerine bir köprü yapılarak dinkleme işlemine başlanmış.
Ama Kirazdere’nin azgın suları köprüyü birkaç kez yıkınca, kalıcı bir yapı inşa edilmesi şart olmuş.
1832 yılının baharında, dönemin İzmit mütesellimi Şükrü Bey devreye girerek şöyle demiş:
“Buraya sağlam bir Dinkhane yapalım!”
Böylece inşaat başlamış.
Taşlar İzmit’teki eski bir saraydan, keresteler ise Samanlı Dağları’ndan getirilmiş.
Bölgedeki köylerden gelen halk, gece gündüz çalışmış.
Karşılığında bazı vergilerden muaf tutulunca herkes işine dört elle sarılmış.
Sultan Mahmut ise işi uzaktan değil, bizzat takip etmiş.
Her aşamayı yazışmalarla hızlandırmış.

GÜNLÜK 500 FES
Sonunda, iki katlı Dinkhane tamamlanmış.
Üst katta memurların odaları, bir kahve ocağı; alt katta mutfak, ahır, depo ve mahzen varmış.
Dinkhane’nin asıl yıldızları ise dört büyük çark ve bu çarklara bağlı dev tokmaklarmış.
Kumaşlar bu tokmaklarla, dövülerek dayanıklı hale getiriliyormuş.
Günlük tam 500 fes dinkleniyormuş!
Feshane’de üretilen fesler, gemilere yüklenip İzmit’e getiriliyor, oradan hamallarla Dinkhane’ye taşınıyormuş.
Dinkleme işlemi bittiğinde fesler yepyeni bir görünümle geri dönüyormuş.
1843 yılında İzmit Çuha Fabrikası da açılınca işler daha da büyümüş.
Dinkhane genişletilmiş, artık sadece fes değil, fabrikanın kumaşları da burada işlenmeye başlanmış.
Böylece II. Mahmut’un fes aşkı, Osmanlı’nın modernleşme hikâyesinin bir parçası olmuş.
DÖRTTE BİRİ ŞAHIS ARAZİSİYMİŞ!
Fakat bugün, bu bina geçmişteki o hengâmeden uzak, sessizce ayakta duruyor.
Biraz araştırma yapınca fabrikanın bulunduğu alanın dörtte birinin şahıs arazisi olduğunu öğrendim.
Duvarlardaki işaretlemelerden anladığım kadarıyla bina ile ilgili rölöve çalışması yapılmış.
Fakat henüz bir ilerleme kaydedilmemiş.
Bana kalırsa, bu tarihi yapıyı restore edip değerlendirmek gerek.
Geçmişin izlerini geleceğe taşıyacak bir adım atmak için bundan daha iyi bir fırsat olabilir mi?
BU YAZI E.EMİN ÖZTÜRK’ÜN 02. OCAK 2025 TARİHİNDE ENKOCAELİ GAZETESİNDE YAYINLANAN” USTALAR FAS’TAN, FESLER İSTANBUL’DAN GELMİŞ BAŞİSKELE’YE!” BAŞLIKLI KÖŞE YAZISINDAN ALINMIŞTIR
Translate »